Tarihi 300 bin yıl öncesine uzanan, üç tarafını Marmara Denizi, Boğaziçi ve Haliç’in sardığı bir yarım ada üzerinde yer alan, Roma, Bizans ve Osmanlı imparatorluklarına başkentlik etmiş, Türkiye’nin en kalabalık şehri, İstanbul… Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan stratejik konumu nedeniyle tarihi boyunca hüküm süren uygarlıklar için daima çok önemli olan kent, bugün de kültürel, ekonomik, sosyolojik açıdan dünyanın merkezlerinden biri. Müzeleri, sarayları, kasırları, su kemerleri, festivalleriyle canlılığını bir an bile yitirmeyen şehri en güzel şekilde keşfetmek için Boğaz turu yapmak, etkinlik takvimine göz atmak, şehrin kalbinin attığı İstiklal’i görmek, Kapalıçarşı’nın müthiş atmosferini yaşamak gerek.

Büyük bir film  platosudur İstanbul. Perdesi, farklı dönemlerde, farklı oyunculara açılmış bir sahne gibidir. Tarihi de görkemine yakışır zenginlikte olan bu şehir, tıpkı tarihçi Philip Mansel’in kitabına ismini verdiği gibi tüm zamanlarda ‘Dünyanın Arzuladığı Şehir” oldu. Kimi mutluluk şehri dedi, kimi de büyük dergah olarak yorumladı İstanbul’u…

İstanbul, yerleşim tarihi 300 bin, kentsel tarihi yaklaşık 3 bin, başkentlik tarihi 1600 yıla kadar uzanan, Avrupa ile Asya kıtalarının kesiştiği noktada bulunan bir dünya kenti. Şehir, çağlar boyunca farklı uygarlık ve kültürlere ev sahipliği yaparken, yüzyıllar boyu çeşitli din, dil ve ırktan insanların bir arada yaşadığı kozmopolit ve metropolit yapısını korudu ve tarihsel süreçte eşsiz bir mozaik halini aldı. Napolyon’un “İstanbul’a sahip olan bütün dünyaya hükmeder” sözünü boşa söylemediğini bugün bile anlamak mümkün.

Küçükçekmece gölü kenarında bulunan Yarımburgaz mağarasında yapılan kazılarda insan kültürüne ait ilk izlere rastlanan İstanbul’da bu dönemde gölün çevresinde Neolitik ve Kalkolitik insanların yaşadığı sanılıyor.  M.Ö. 5000 yıllarından itibaren başta Kadıköy Fikirtepe olmak üzere Çatalca, Dudullu, Ümraniye, Pendik, Davutpaşa, Kilyos ve Ambarlı’da yoğun bir yerleşimin başladığı tahmin edilen İstanbul’un bugünkü temelleri M.Ö. 7. yüzyılda atıldı. M.S. 4. yüzyılda İmparator Constantinus tarafından yeniden inşa edilip, başkent yapıldı ve o günden sonra da yaklaşık 16 asır boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde başkentlik sıfatını sürdürdü. Aynı zamanda, İmparator Constantinus ile birlikte Hristiyanlığın merkezlerinden biri olan İstanbul, 1453’te Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra Müslümanların en önemli kentleri arasında yer aldı.

3 imparatorluğun da başkenti

Bilindiği kadarıyla, İstanbul’da ilk yerleşik hayat Yunanistan’dan gelen Megaralılar’ın Sarayburnu ve Kadıköy’e yerleşmesiyle başladı. Komutanlarının adından hareketle, kente “Bizantion” adını veren Megaralılar’ın, Makedonyalılar’ın tehdidinden korkarak, Roma’dan yardım istemesi bu dönemden itibaren kentte Roma İmparatorluğu’nun etkisini başlattı ve M.Ö 146’da kent Roma’nın egemenliğine girdi. Zamanla Roma’nın Doğu’sunun yönetim merkezi olarak seçilen kent, bu yeni konumuyla dünya kültürü ve siyaseti içinde etkin bir role sahip olmanın ilk adımını attı.

  1. Constantinus (324-337) döneminde, yeni başkent konumuna yakışır pek çok mimari inşa edildi. Limanlar ve su tesisleri yeniden düzenlendi. 100 bin kişilik hipodrom inşaatı tamamlandı. Hipodrom’daki (Sultanahmet Meydanı) imparatorluk sarayı ve anıtsal ibadethaneler, akropolis (Topkapı Sarayı’nın bulunduğu yer) yapıldı. Önceleri Nea (Yeni) Roma adı ile anılan kenti, I. Constantinus kendi adıyla özdeşleştirdi. 11 Mayıs 330 tarihinde kentin adı Constantinopolis olarak ilan edildi. Önce Aya İrini, ardından 360 yılında da Ayasofya kiliselerini yaptıran I. Constantinus, kenti Hristiyan dünyası için önemli bir merkez haline getirdi.

476’da Batı Roma’nın yıkılmasından sonra Doğu Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu’na dönüştü ve İstanbul da, bu yeni imparatorluğun başkenti oldu. Aynı zamanda tartışmasız bir biçimde Ortodoks Hristiyanlığı’nın merkezine dönüşen şehir, İmparator I. Jüstinyen döneminde daha da gelişse de ilerleyen yıllarda Haçlı Seferlerine maruz kaldı. 1204’te 4. Haçlı Seferi’nde yağmalanan ve giderek küçülen Bizans’ın bu sefer karşısındaki tehdit Osmanlı oldu. 1393 yılında Sultan Yıldırım Beyazıd, 1422’de Sultan II. Murad tarafından kuşatılan İstanbul, en sonunda 1453 Mayıs’ında Osmanlı tarafından fethedildi.  Bu önemli olay ile Bizans İmparatorluğu tarihe karışırken,  İstanbul için yeni ve parlak bir dönemin başlamasına neden oldu.

Fetihle gelen büyük değişim

Efsane fetih, 29 Mayıs 1453’te gerçekleşti. İstanbul’un fethinin Türk, İslam ve dünya açısından önemli ve tarihin akışına yön verecek sonuçları oldu. Bu nedenle birçok tarihçi İstanbul’un fethiyle Ortaçağ’ın sona erdiğini kabul ediyor.

Fetihle birlikte Osmanlılar, Anadolu’da kurulmuş bulunan çok sayıdaki Türk beyliğine karşı üstünlüğünü pekiştirdi. Bu nedenle İstanbul’un Fethi, Anadolu’daki Türk birliğinin sağlanmasında önemli bir etkendir. Osmanlıların sadece Anadolu’daki Türklerin değil, aynı zamanda bütün İslam ümmetinin lideri olması süreci de fetihten sonra başladı. Öte yandan İstanbul’un fethinden sonra Ön-Asya’daki İslam egemenliği Hıristiyan dünyasınca kesin olarak kabullenildi. Bu, Osmanlı Beyliği’ni bir dünya devleti haline getirecek çok güçlü bir adım oldu. Fatih Sultan Mehmet fetihten sonra şehirde düzeni sağlar sağlamaz hızla imar faaliyetine girişti.  Şehrin kalkındırılması için yeni iskan bölgeleri oluşturuldu. Anadolu ve Rumeli’den Müslüman nüfus şehre göçe özendirildi. Çeşitli bölgelerden Hıristiyan ve Yahudiler de şehre getirilerek belli yerlerde iskan edildiler. İstanbul, kısa zamanda Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların uyum içinde yaşadığı, Avrupa’nın ve dünyanın en büyük şehirlerinden birisi haline geldi.

İstanbul’da tarihin kalbinin attığı yer: Tarihi Yarımada

İstanbul’da bir yer var ki, imparatorlar, padişahlar buradan buyurmuş; halk burada ağlamış, burada gülmüş… İstanbul’un uzun ve görkemli tarihine en yakından tanıklık eden Tarihi Yarımada’dan söz ediyoruz. İmparatorlukların görkemi, padişahların saltanatları, isyanların ilk hareketleri Tarihi Yarımada’da başlamış. Bu nedenle Tarihi Yarımada’yı gezmeden İstanbul’u görmüş sayılmazsınız.

M.Ö. 7. yy’da kurulan İstanbul’un, kuzeyde Haliç, doğuda İstanbul Boğazı ve güneyde Marmara Denizi ile çevrili kısmı günümüzde “Tarihi Yarımada” olarak anılıyor. İstanbul’a gelen yerli-yabancı her turist, mutlaka en az iki gününü ayırması gerektiği bir yer Tarihi Yarımada. Bu mesaiyi haklı kılacak pek çok şey var. Binlerce yıllık tarihin çok net bir özeti gibi olan bu bölgede; Mısır’dan Roma’ya, Bizans’tan Osmanlı’ya kadar birçok uygarlığa şahitlik yapmış öğeleri bir arada görebilirsiniz. Binlerce yıl hükümdarlara en yakın olmuş bu bölgeye adım atmanız, Ayasofya, Sultanahmet Camii, Yerebatan Sarnıcı, Arkeoloji Müzesi, Topkapı Sarayı, Süleymaniye Camii’nin yanı sıra, Haliç, Fener ve Balat gibi buram buram tarih kokan semtlerdeki asırlık kilise, cami ve ev gibi yapılara hiç olmadığınız kadar yaklaşmanız anlamına gelecektir.

Tarihi Yarımada’da gezilecek yerlerin ilki Eminönü Meydanı ile başlıyor. Yeni Camii, Kapalı Çarşı ve Mısır Çarşısı gibi önemli eserleri bünyesinde barındıran meydandan, her gün binlerce insan geçer. Çarşıya girmeden önce Yeni Cami önündeki güvercinlere yem atarak tura başlayabilirsiniz. Yeni Cami’nin külliyeleri içinde yer alan Mısır Çarşısı’ndan çıkıp Yeni Cami’ye yakın bir konumda olan Sirkeci’ye uğrayabilirsiniz. Sirkeci’de gezilecek yerlerin başında 4 kattan meydana gelen ve çini işlemeciliği ile Osmanlı tarzında mimarisi ile ön planda bulunan Büyük Postane binası geliyor. Öte yandan Eminönü bölgesinde, Sirkeci Garı’na ve Osmanlı Devleti’nin sadrazam makamı ve yönetim merkezi olan Babıali’nin yer aldığı Cağaloğlu’na uğramadan olmaz.

İstanbul’da gezilecek bir diğer ünlü meydan, Sultanahmet Meydanı’dır. Bu meydan tarih boyunca farklı isimlerle anılmış. Romalılar buraya Hipodrom Meydanı demiş. Osmanlılar At Meydanı demiş. İsmi ne olursa olsun şehrin kalbi hep bu meydanda atmış.  Meydandaki Pargalı İbrahim Paşa’nın konağı günümüzde Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak hizmet veriyor. Meydanın en belirgin yapısı da Sultanahmet Camii… Ayasofya’nın tam karşısında bir mimari mücevher gibi duran Sultanahmet Camii, aralarındaki benzerliklere rağmen Ayasofya’dan yaklaşık bin sene sonra yapılmış. Sultan I. Ahmed tarafından yaptırılan cami Ayasofya’nın 1934 yılında camiden müzeye çevrilmesinden sonra İstanbul’un ana camisi pozisyonuna geldi.

Sultanahmet meydanına gelen herkesin dikkatini en çok çeken, şüphesiz Dikilitaş, Yılanlı Sütun ve Örme Dikilitaş’ın olduğu alandır. Bunları gezdikten sonra Sultanahmet Meydanı’nın hemen kuzeyinde yer alan bir çeşme gözünüze çarpabilir. Bu, Alman İmparatoru II. Wilhem’in, Sultana ve İstanbul’a hediye etmiş olduğu Alman Çeşmesi’dir. Sultanahmet’te gezilecek yerler arasında; Küçük Ayasofya Camii, Soğukçeşme Sokağı, Dede Efendi Evi ve Vakıflar Halı Müzesi gibi birbirinden güzel diğer mekanlar ziyaretçilerini yıllardır ağırlar.

Tarihin izlerine hanlar ve çarşılarda rastlamak mümkün

İstanbul’da tarihin tanıkları arasında yer alan hanlar ve çarşılar, aynı zamanda geçmişin izlerinin de görülebileceği en değerli yapılar… Hem İstanbullular hem de turistlerin en uğrak yerlerinden biri olan bu yapıları gezmek, İstanbul’u anlamak için çok büyük katkı sağlıyor. Özellikle Eminönü, Mahmutpaşa ve Beyazıt bu anlamda oldukça zengin.

Özellikle Eminönü’ndeki Kapalıçarşı; İstanbul’un merkezinde yer alan, tarihi dokusu ve alışveriş yapılacak bir çok mekanı içerisinde barındırması nedeniyle ilk akla gelen bölge oluyor. Özellikle yabancı turistlerin uğramadan ülkelerine dönmedikleri bir yer olan Fatih Sultan Mehmet tarafından tarafından insanların yaptıklarını sergileyip satmaları için yaptırılmış olan Kapalıçarşı, her gün bütün ihtiyaçları karşılayacak dükkanlarıyla gözde mekanlardan biri.

İstanbul’un ikinci büyük kapalı çarşısı olan Eminönü’ndeki Mısır Çarşısı ise, aslında Yeni Cami Külliyesi’nin bir parçası olarak 1663-64 yılında inşa edilmiş. Çarşıdaki dükkânlarda satılan mallar Mısır’dan getirtiliyormuş. Mısır Çarşısı, başlangıçta aktarlarla pamukçu ve yorgancılara tahsis edilmişken özellikle 70’lerden itibaren aktarların yerini kuyumcu, kasap, kuruyemişçi, manifaturacı, kunduracı dükkânları almış. Bugünse hâlâ aktarlarıyla ünlü olan Mısır Çarşısı, şifalı otlara meraklı İstanbulluların ve turistlerin uğrak yeri. ‘Doğunun kokularını batıya taşıyan bir geçit’ diyebiliriz bu çarşı için.

Mısır Çarşısı’ndan sonra, Uzunçarşı Caddesi’nde Rüstem Paşa Camii’nin karşısında yer alan Tahtakale Hamamı’na yönelebilirsiniz. Eskiden hamam olan yapı, şimdilerde çarşı olarak hizmet veriyor. Fatih Sultan Mehmet döneminde inşa edilmiş Tahtakale Hamamı, İstanbul’un en eski Osmanlı eserlerinden biri olarak biliniyor. ‘Hamamdan çarşı mı olur’ demeyin, çünkü geçirdiği restorasyonların sonrasında o artık tam bir çarşı. Gezinize, tarihe ‘Kösem Sultan’ın Hanı’ diye de geçen Valide Han’la devam edebilirsiniz. ‘Büyük’ ve ‘küçük’ olarak ikiye ayrılan Valide Han, Çakmakçılar Yokuşu ile Fırıncılar Yokuşu arasında bulunuyor. Efsaneye göre, 16. yüzyılda Kösem Sultan’ın gizli hazinesinin bu hanın bir köşesine saklandığı rivayet ediliyor. Tarihi kaynaklara göre 366 adet hücre odası bulunan handa bugün kaç odanın kullanıldığı belli bile değil.

Çakmakçılar Yokuşu’nda, Sandalyeciler ve Çarkçılar Sokağı arasında derinlemesine uzanan Büyük ve Küçük Yeni Han ise, Valide Han’dan sonra İstanbul’un en geniş alana yayılan kervansaray-han yapısı olarak karşımıza çıkıyor. Hanın 18. yüzyılda III. Mustafa tarafından, dönemin baş mimarı Tahir Ağa’ya yaptırıldığı biliniyor. Bu han yıllardan beri dokuma tezgâhlarının çalıştığı bir yerken artık bu özelliğini kaybetmiş. Şimdilerde Büyük Yeni Han’da çok az sayıda dükkân bulunuyor. Genellikle bu dükkânlar da gümüşçü, havlucu ve eşarpçılardan oluşuyor.

Adaların havası bir başka…

1867’de İstanbul’un bir ilçesi haline gelen Adalar, şehrin nefes alınacak, sakin ve keyifli bir noktası. 9 adadan oluşan adı Prens Adaları’nın Büyükada, Kınalıada, Heybeliada ve Burgazada olmak üzere sadece 4’ünde yerleşim var. Kaşıkadası, Yassıada, Sedef Adası, Sivriada ve Tavşanadası’ndan oluşan diğer 5 adada yerleşim bulunmuyor.  Bu takım adalara Prens Adaları denmesinin nedeni ise Bizans İmparatorluğu döneminde taç giymiş bir çok saray mensubu İstanbul’a uzak olduğu için bu adalara sürgün edilmiş ve buralarda yaşamak durumunda kalmış. Günümüzde ise adalar; nostaljik havası, hala kullanılan faytonları ve trafiğin olmaması nedeniyle hafta sonu kaçamaklarının ilk adresleri durumundalar.

STİNPOLİS, ŞEHRE DOĞRU…

Dünya üzerinde 3 imparatorluğa başkentlik eden tek şehir olan İstanbul, tarihi boyunca değişik isimlerle anıldı. Osmanlı İmparatorluğu, 1004 yıl “Byzantion”, 1116 yıl da “Konstantinopolis” olarak adlandırılan şehir, Osmanlı döneminde “Konstantiniyye”, “Stanpolis”, “Dersaadet”, “Asitane”, “Darülhilafe” ve “Makarrı Saltanat” olarak da adlandırıldı. Tarihçilere göre Rumca “şehre doğru” anlamına gelen “Stinpolis” kelimesi bozularak, Cumhuriyet’in ilanından sonra kabul edilen İstanbul ismine dönüştü.

İstanbul’da hangi semtte ne yenir?

İstanbul’un bazı semtlerinin kendilerine has lezzetleri var. İstanbul turu atarken lezzetlerini da tatma fırsatı yakalayabilirsiniz.

Sarıyer’de Sarıyer Börekçisi

Sarıyer’in merkezinde, deniz manzaralı mekânda en lezzetli börekleri yiyebilirsiniz. İsteğinize göre; kıymalı, peynirli, ıspanaklı ya da patatesli Sarıyer Böreği’nin adresi Sarıyer Börekçisi İstanbul’un en eski ve en meşhur börekçilerdendir.

Beykoz’da Kanlıca yoğurdu

İstanbul’da yaşayıp da bu tadı tatmayan yoktur herhalde. Türkiye’nin her köşesinde adı bilinen bu tat, Beykoz’un Kanlıca semtinde sahildeki Çınaraltı’nda yenir. Ayrıca “Sakkaflar Tarihi Meşhur Kanlıca Yoğurdu” üzerine pudra şekeri dökülerek yenen bu meşhur yoğurt için en çok tercih edilen mekânlardan biridir.

Fatih’te boza

Fatih’in Vefa semtinde en çok tercih edilen mekânlardandır Vefa bozacısı. Bilinen ilk Türk içeceklerinden olan boza, genelde kışın tüketilir. 1876’dan bugüne gelen tat, genç yaşlı herkes tarafından sevilerek tercih ediliyor.

Karaköy’de baklava

Karaköy’deki sokakları canlandıran kafelerin ve restoranların güzelliği bir yana dursun, en eski ve en ünlü mekân olan Güllüoğlu’na uğramayan, geleneksel tatlılarımızın birincisi, en şerbetlisi, bu muhteşem lezzeti kaçırıyor demektir.

Taksim’de çikolata

İstanbul’un en işlek semti olan Taksim’de İstanbul’un en iyi çikolatacılarından olan, her çeşit çikolatayı bulabileceğiniz, 40 yıldır aynı yerde kepenk açan Meşhur Beyoğlu Çikolatacısı’na uğramadan geçmeyin.

Pendik’te lokum

1777 yılında, lokum ve akide şekerlerini küçük dükkânında imal edip satmaya başlayan şekerci Bekir Efendi, en meşhur şeker ve lokum ustasıdır. Pendik’e gidip bu iki asırdır en lezzetli lokumları ve şekerleri üreten Şekerci Ali Muhiddin Hacı Bekir mekânına uğramayı unutmayın.

Kadıköy’de Kup Griye

Kadıköy’de Taksim gibi İstanbul’un en uğrak mekânlarından biridir. Genç, yaşlı herkesin severek tercih ettiği Kadıköy’ün eskiden beri bilinen lezzeti kup griyedir. 87 yıllık geçmişiyle İstanbul’un en eski pastanesi olan Baylan Pastanesi’ne uğrayın ve kup griyenin lezzetiyle tanışın.

Tarihi mekânlar İstanbul’un ihtişamına ayna tutuyor

İstanbul surları, camileri, sarayları, müzeleriyle adeta yaşayan bir tarihtir. Bu tarihe tanık olabilmek, nostaljiyi hissedebilmek için çok uzaklara gitmeye gerek yok. Çünkü İstanbul her köşesinde tarihi olaylardan kesit taşır. İstanbul’u tanımak isteyenlerin ilk uğramaları ve görmeleri gereken yerler…

Topkapı Sarayı

İhtişamıyla ve mimarisiyle büyüleyen Topkapı Sarayı İstanbul’da görülmeden geçilmemesi gereken tarihi mekanların başında yer alıyor. 1478 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan saray, 400 yıl boyunca padişahların yaşadığı ve devleti idare ettikleri ana merkez görevini üstlendi ve tarihe tanıklık etti. İstanbul’un birinci tepesinde bulunan saray,  aynı zamanda şehrin en eski yerleşim yerlerinden birine kurulmuş. Saray; köşkler, daireler, setler ve çiçek bahçelerinden oluşmuş. Dördü kara tarafında, üçü de deniz tarafındaki surlarda toplam yedi kapısı ve 700 bin metrekarelik bir alana yayılan Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Aya İrini’yi de birinci avlusunda barındırıyor. Abdülmecit döneminde ziyarete açılan Topkapı Sarayı günümüzde de ziyaretçilerini ağırlıyor, gizemi ve Osmanlı mimarisine ait taşıdığı izlerle turistlerin ilgi odağı oluyor.

Ayasofya

Sınırsızlığı ve görkemiyle yerli yabancı çoğu turisti şaşırtan ve görmek için mutlaka vakit ayrılması gereken mekanlardan biri de Ayasofya’dır. Bizans İmparatoru Jüstinyen’in emriyle inşa edilen Ayasofya, dünyadaki en önemli mimari yapılardan biri olarak kabul ediliyor. 10 bin işçi ve 100 ustanın yapımında çalıştığı yapı, dönemin en önemli iki mimarı tarafından tasarlanmış. Ayasofya Doğu Roma İmparatorluğu’nun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup aynı yerde üç kez inşa edildi. Ayasofya Doğu Roma Döneminde İmparatorluk Kilisesi olması nedeniyle İmparatorların taç giyme merasimlerinin yapıldığı mekândı. Bizans İmparatoru 1. Jüstinyen tarafından yaptırılmış daha sonra ise Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüş olan Ayasofya, Mustafa Kemal Atatürk’ün emri ve Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrildi ve 1 Şubat 1935’den beri yerli ve yabancı ziyaretçileri ağırlıyor.

Yerebatan Sarnıcı

İstanbul’un görkemli tarihsel yapılarından birisi de Ayasofya’nın güneybatısında bulunan Bazilika Sarnıcı’dır. Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından yaptırılan bu büyük yeraltı sarnıcı, uzunluğu 140 metre, genişliği 70 metre olan dikdörtgen biçiminde bir alanı kaplayan, dev bir yapıdan oluşuyor. Toplam 9 bin 800 m2 alanı kaplayan bu sarnıç, yaklaşık 100 bin ton su depolama kapasitesine sahip. Yerebatan Sarnıcı, İstanbul’un Osmanlılar tarafından 1453 yılında fethinden sonra bir müddet daha kullanıldı ve padişahların oturduğu Topkapı Sarayı’nın bahçelerine buradan su verildi. Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaide olarak kullanılan iki Medusa Başı, sarnıcı ziyaret eden insanların ilgisini çekiyor.

Sultan Ahmet Binbirdirek Sarnıcı

İstanbul’un ikinci büyük su haznesi olan Binbirdirek Sarnıcı eski Bizans kaynaklarına göre 4. yüzyılda yapılmış. Şehrin su ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılan, içinde 224 sadet sütunun bulunduğu sarnıç, Büyük Konstantin döneminden günümüze kadar gelen, yaşayan tarihi mekanlar arasında turistlerin en çok merak ettikleri yapılar arasında yer alıyor.

Dolmabahçe Sarayı

Dolmabahçe Sarayı, imparatorluk döneminde Osmanlı Kaptan-ı Derya’sının gemileri demirlediği bir alan olarak kullanılmış daha sonra ise has bahçeye dönüştürülmüş. Cumhuriyet döneminde ise Atatürk’ün İstanbul ziyaretlerinde kaldığı bir mekan olmasıyla ve hayata gözlerini burada yumması nedeniyle büyük önem taşıyor. Bu kadar tarihi dokuyu bir arada bulunduran saray, yerli yabancı turistlerin mutlaka görmesi gereken yerlerden.

Mihrimah Sultan Camii

Üsküdar ve Edirnekapı’da bulunan Mihrimah Sultan Camileri Kanuni Sultan Süleyman döneminde Mimar Sinan tarafından yapıldı. Mihrimah Güneş ve Ay anlamına gelir. 21 Mart’ta gece ve gündüzün eşit olduğu zamanda camilere bakıldığında, Edirnekapı Camiinin tek minaresinin ardından kızıl güneş batarken, Üsküdar’dakinden ise ay doğar. Mihrimah Sultan Camileri, sırf bu güzel manzara için bile görülmeye değer mekanlardan biri.

Rumeli Hisarı

Sarıyer İlçesi sınırları içinde ve bulunduğu mevkiye adını veren hisar, otuz dönümlük bir alanı kapsıyor. Anadoluhisarı’nın karşısında İstanbul Boğazı’nın en dar ve akıntılı (600 m.) kısmında inşa edilmiş muhteşem bir anıt eserdir. Dört esas ve bir tali kapısı; üç büyük ve bir ufak toplam dört kulesi; 13 adet irili ufaklı burcu bulunuyor. Toplar, gülleler ve Haliç’i kapattığı söylenen zincirin bir parçasından oluşan eserler Rumeli Hisarı’nın bahçesinde teşhir ediliyor.

Anadolu Hisarı

Bizans’a Karadeniz’den gelen yardımları engellemek amacıyla yapılmış olan Anadolu Hisarı, Rumeli Hisarı’nın tam karşısında yer alıyor. Avrupa yakasındaki Rumeli Hisarı ve Anadolu Hisarı, boğazın en dar yerinde bulunuyorlar. 14. yy’da Yıldırım Beyazıt tarafından İstanbul’u fetih etmek amacıyla yaptırılan Hisar, bulunduğu semte de kendi adını veriyor. Eskiden küçük bir balıkçı köyü olan Anadolu Hisarı semti, şimdi renkli tarihi evleri ile dikkat çekiyor. Anadolu Hisarı’nı gezdikten sonra Göksu Nehri’nde tekne ile bir gezinti yapabilirsiniz veya Göksu’nun kenarında bulunan kafelerde ve restoranlarda vakit geçirebilirsiniz.

Yıldız Sarayı

Beşiktaş, Ortaköy ve Balmumcu arasında yer alan Yıldız Sarayı tarihe tanıklık etmiş mekanlardan biri. 18. yüzyılın sonunda III. Selim’in annesi Mihrişah Sultan için inşa ettirdiği ve daha sonra birçok değişikliğe uğrayan Yıldız Sarayı, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetildiği dört merkezden biri oldu. Türk Osmanlı saray mimarisinin en son örneğini oluşturan yapı gruplarından olan sarayda, 33 yıl hükümdarlık yapan II. Abdülhamid ikamet etti. 1994 yılında hizmet vermeye başlayan Yıldız Sarayı Müzesi, Osmanlı devletinin idari merkezlerinden biri olmasının yanı sıra günümüze ulaşabilen tek saray tiyatrosunu bünyesinde barındırması ve II. Abdülhamid’in marangozhanesiyle önem kazanıyor. Burada, Yıldız Sarayı kompleksi içinde faaliyet gösteren Yıldız Porselen Fabrikası’nın ürettiği ürünleri de görebilirsiniz.

Eyüp Sultan Camii

Eyüp Sultan Camii, İstanbul’un fethinden sonra yapılan bir cami, külliye, türbe ve imarethane yapısından oluşuyor. 1458 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan caminin adı, İslamiyet’i ilk kabul eden ve Hz. Muhammed’in bayraktarlığını yapan Halid Bin Zeyd Ebu Eyyüb El- Ensari’den ve türbesinin burada olmasından geliyor. Günümüzde kutsal bir ibadet yeri olarak atfedilen Eyüp Sultan Camii Haliç kıyısında, Eyüp semtinde yer alıyor. Diğer illerden ya da yurtdışından gelen turistlerin görmeden geçmedikleri tarihi camii ve türbe, Müslüman dünyası için farklı bir önem taşıyor.

Kız Kulesi

İstanbul Boğazı’nda Salacak açıklarında yer alan küçük bir adacık üzerinde konumlanmış bir kule olan Kız Kulesi, Üsküdar’da Salacak’ın 150-200 metre açıklarında bulunuyor.  Hakkında neden yapıldığına dair çeşitli rivayetler ve efsaneler bulunan Kız Kulesi’nin ne zaman yapıldığı hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte, bazı kaynaklarda Kule’nin mimari yapılanma süreci M.Ö. 341’e kadar indiği görülüyor. Günümüzde turizme açılmış olan mekanda yemek yiyip, boğazın akıntısının gücüne şahit olabilirsiniz.

Hidiv Kasrı

Mısır’ın son hıdıvi Abbas Hilmi Paşa tarafından İtalyan bir mimara 1907 yılında yaptırılan  Hidiv Kasrı dönemin mimari özelliklerini taşıyor. Hidiv Kasrı Abbas Hilmi Paşa’nın İstanbul’u terk etmesinden sonra İstanbul Belediyesi tarafından satın alındı ve restore edilerek halka açıldı. Günümüzde düğün gibi çeşitli organizasyonların yapılabildiği, gidilip, görülebilecek yakınlarında bir çay molası verilebilecek bir mekan.

Aya İrini Kilisesi

Topkapı Sarayı’nın dış avlusunda ve sarayı çevreleyen surların içerisinde yer alan Aya İrini,  İstanbul’un en eski kilisesi. İmparator Konstantin tarafından 330 yıllarında yaptırılan ve Roma dönemine ait bir pagan mabedinin kalıntıları üzerine kurulan Aya İrini,  aradan geçen zamanda depremler ve isyanlar görmüş tahrip olmuş. Yapılan onarımlar sonucu günümüzde son şeklini alan Aya İrini, günümüzde müze olarak kullanılmasının yanında çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapıyor.

Süleymaniye Camii

Tarihi Yarımada’da gezilecek mimari yapıların belki de en önemli yapısı Süleymaniye Camii’dir. Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük mimarı Mimar Sinan’ın kalfalık eseri olan Süleymaniye Camii, İstanbul’un ufkunda tüm görkemi ve gururuyla durur. 16. yüzyılda bir padişahına yakışacak şekilde şehrin en güzel ve en büyük külliyesi olarak yapılmış bu mimari yapı aynı zamanda Kanuni Sultan Süleyman ve eşi Hürrem’in de ebedi istirahatgahı oldu. Süleymaniye’de camiye yakın olan iki minarede üç, diğer tarafında kalan minarelerinde ise ikişer şerefe yapılmış. Minarelerde, toplam 10 şerefenin anlamı, Kanuni Sultan Süleyman’ın, Osmanlı İmparatorluğu’nun 10. padişahı olmasını temsil ediyor.

Galata Kulesi

Galata Kulesi’nin ne zaman yapıldığı hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte, Bizans imparatoru Anastasius tarafından 528 yılında fener kulesi adıyla inşa edildiği iddia ediliyor. Günümüzdekine yakın şeklini, 1348 yılında Cenevizlileler’in verdiği Kule, Osmanlı mimarı Hayrettin tarafından onarılmış. Ayrıca Kule bir dönem rasathane bir dönem ise hapishane olarak kullanılmış. 4. Murat zamanında 1638 yılında; Hezarfen Ahmet Çelebi’nin, kollarına kanat takarak, Üsküdar’a o meşhur uçuşunu gerçekleştirdiği Galata Kulesi’nin günümüzde yüksekliği 66,90 metre.  7 katı asansörle, 2 katı da yürüyerek çıkıp, Kule’nin en üst katındaki restoranın içinden geçtikten sonra, Kule’yi çepeçevre saran balkona ulaşılır. Bu balkon ile İstanbul Boğazı ve Haliç’i, kuleden panoramik olarak izlemek mümkün.

Atatürk’ün dediği gibi ‘geldikleri gibi gittiler’

  1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı’nın 465 yıllık başkenti İstanbul, 13 Kasım 1918’de fiilen, 16 Mart 1920’de ise İngiliz askerlerinin karaya basmasıyla resmen düşmanlar tarafından işgal edildi. Ancak Türk Ordusu ve halkı tam bağımsızlık için öyle bir mücadele verdi ki, o gün İstanbul’un işgalini gören Mustafa Kemal Atatürk’ün “Geldikleri gibi giderler” sözü 6 Ekim 1923’te gerçek oldu.

Tarih sahnesinde var olduğundan beri bağımsız yaşamış Türk milleti, 1. Dünya Savaşı’nda müttefikleri yenilgiyi kabul edip savaştan çekilince yenilmiş sayıldı. İlk çağlardan itibaren bütün devletlerin iştahını kabartan, köklü medeniyetlerin evi İstanbul, savaş sonrasında İtilaf Devletleri için de ele geçirilmek istenen ilk yer oldu.

30 Ekim 1918′de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra İngiltere, Fransa ve İtalya’nın oluşturduğu üçlü blok ülkeleri, Anadolu’yu işgale başladılar. Antlaşma gereğince 6-12 Kasım 1918 tarihleri arasında Çanakkale Boğazı, düşman savaş gemileri ile kuşatıldı. Boğaz’ın güvenliğini sağlamak amacıyla 13 Kasım 1918 tarihinde İtilaf Devletleri’nin 55 parça harp gemisinden oluşan bir donanma, mütareke şartlarının kendilerine verdiği yetkiye dayanarak,İstanbul önlerine gelip demirledi.

Fiilen gerçekleşen işgalin resmi işgale dönüşmesiyle16 Mart 1920 sabahı çok sayıda İngiliz askeri karaya çıkarıldı ve resmi daireler işgal edilmeye, karakollar basılmaya başlandı. Aynı gün Osmanlı parlamentosu olan Meclis-i Mebusan da dağıtıldı. Böylece 467 yıllık başkente ilk kez düşman askeri girdi ve İstanbul esaretle tanışmış oldu.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, Adana treninden inip Haydarpaşa rıhtımına ayak bastığında düşman gemilerinin zafer bayrakları açmış şekilde toplarını sağa sola çevirerek İstanbul limanına girdiklerini, gayri Türk azınlıkların da sevinç çığlıklarıyla karşı sahilleri çınlattığını görünce, “Geldikleri gibi giderler” demişti. Atatürk’ün o günkü sözü, zorlu geçen vatan mücadelesinin ardından gerçek oldu.

[su_custom_gallery source=”media: 147334,147335,147337,147338,147339,147340″ limit=”17″ link=”image” target=”blank” width=”230″ height=”120″ title=”never”]Ligna[/su_custom_gallery]

Türk Alay Sancağı’nı selamlayarak şehri terk ettiler

19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak basmasıyla başlayan Milli Mücadele, çeşitli cephelerde verilen zorlu savaşlar sonunda zaferle neticelendi. Büyük Taarruz’un zaferle sona ermesinin ardından 9 Eylül 1922’de Türk askerleri İzmir’e girdi. Bu olay İstanbul’un kurtuluş sürecini başlattı. TBMM Hükümeti’nin Yunan kuvvetlerine karşı elde ettiği zaferden ve Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri 28 Ekim 1922’de TBMM Hükümeti’ni Lozan’da toplanacak olan barış konferansına davet ettiler. 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra 23 Ağustos 1923’ten itibaren düşman kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladı. Son düşman birliği ise 2 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk Alay Sancağı’nı selamlayarak şehri terk ettiler.

5 Ekim 1923′te şehrin Anadolu yakasına gelen Türk Ordusu, 6 Ekim 1923 günü bir bayram havası içinde İstanbul’a girdi. 4 yıl 10 ay 23 gün süren işgal, Mustafa Kemal Paşa’nın sabırlı ve sağduyulu politikası sayesinde sona ermiş oldu. O yüzden her yılın 6 Ekim’i İstanbul’un kurtuluş günü olarak belirlendi ve kutlanmaya başlandı.